(Karanfil Fanzin'in 23. sayısında yayınlanmıştır.)
Şimdi ne yapıyorlar acaba? Diye düşündü çocuklarını düşünerek. Araba, kıvrım kıvrım oto yolda, yaz aylarının en sıcak günlerinin yaşandığı şu günlerde yağ gibi akıp gidiyordu. Arkadaki araçta bir çift, ilk sessizliği kim bozacak diye düşünüyor, ikisi de bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Öndeki, radyo kanallarını gezdiyse de istediğini bulamadı. İstediği neydi ki? Hasret mi? Özlem mi? Zor olan yol değildi. Zor olan teklikti. Kaldı ki ne kadar arzu etmişti yolu. Zaten varılmak değil miydi sonuç. Beklediklerini bilmek. Belki ulaşılamayacaktı ama yolculuğun baş kuralı da bu değil miydi? Yola çıkmaya gör,diye düşündü. Birçok bilinmezin altına imzanı atıyorsun. Bir sigara yaktı.
- Benim huyumu bildiğin halde uzattıkça uzatıyorsun. Dedi adam.
- Ben mi? Ben mi uzatıyorum?
- Bak aynısını yapıyorsun. Yahu, bir sus kadın sus!
- Kırk senedir susuyorum ne oldu koca bir hiçç.. diye söylendi kadın.
“Bir dağ yıkılır, bir çiçek susuzluktan ölür… Ömür ne yahu? Nasıl bir çiledir bu?” diye düşünürken adam, kadın ise; “kendim ettim kendim bulmayacağım artık” diye düşünüyordu. Düşünüyordu da çok geç kaldığının farkındaydı.
- Suyu uzatsana, dedi kadın.
- Karnın acıktı mı, ileride senin sevdiğin şiş kebapçılar var, dedi adam.
Otobandayız öndeki de niye gaza basmaz ki diye düşündü, gaz pedalına basarken.
Tek başına yolculuk yapan sigaranın dumanını yan pencereden atarken, arkadaki solladı.
Şimdi, dedi tek başına olan “tam yalnızım”…
4 Ekim 2017 Çarşamba
Çingene Sokağı - Muhammed Şahin
(Karanfil Fanzin'in 23. sayısında yayınlanmıştır.)
Arabamı nereye park ettiğimi unutmuştum. Kendi kendime bugünün ne kadar gerçek olduğunu ne kadar yalan olduğunu düşündüm. Yürümeye koyuldum. Buraların: şehrin artık eskimiş, çürümüş ve solmuş tarafları olduğunu anladım.
Belki araba yakınımdadır diye, ara ara kumandaya basıp etrafı yokluyordum. Yerimde başkası olsa öfkelenirdi herhalde. Arabamı nereye park ettiğimi bir an için unutup, aramayı bıraktım.
Apartmanlarda kimbilir neler oluyordu. Günlerden pazardı. Boş park yeri kalmamıştı. Ortalıkta hiç insan yoktu. Bir hafta boyu çalışıp didinen baba, çocuğunu dizine oturtmuş. Büyük bir keyifle, en sevdiği televizyon kanalını açmış mıdır? Yoksa, evin hanımının getirdiği çeşitli sınırlamalar, babanın da çocuğun da, kendilerini sokağa atmaları için bahane mi olmuştur. Muhtemelen öyledir... Şöyle bir günde, insanın oğlunu, kızını alıp gezmesi kadar huzur verici, neşe kaynağı ne olabilir?
Ben yürüdükçe, yemek kokuları da peşimden geliyordu. Şakalaşmalara, gülüşmelere, birbirine çarpan bulaşık seslerine muhayyilem yetmedi.
Yeni yapılan apartmanların bulunduğu muhitlerle, yirmi-otuz yıllık apartmanların bulunduğu muhitler içe içe geçmişti. Bu yüzdendir, tek bir tane bile: baş başa oturmuş sohbet eden emekli göremedim. Yorgan sırıyan, halı yıkayan ya da davul fırın üstünde; katmer, gözleme yapan kimselere de rastlamadım. Yirmi-otuz yıllık binaların olduğu yerlerde bunları sık sık görmek mümkündür. Bu eksiliğin müsebbibi yeni yapılan apartmanlardır diye düşündüm. Zaten sağda solda, absürd renklerde, tuhaf jantlar takılmış, çok da yeni olmayan lüks otomobiller vardı. Bunlar muhtemelen fırsatı ganimet bilen, birkaç yıl içinde de imkanları doğru kullanarak zenginleşmiş, varlık sahibi müteahhitlerin arabalarıydı. Kimisi de böyle, inşaattan uzakta bir yere, arabasını götürüp park ediyordu. Zannetmiyorum ki benim gibi, arabalarını bir yerde bırakıp unutsunlar. Mümkün değil!
Nuh Nebi’den kalma trafonun sağında, dar, toprak bir yol çıktı karşıma. Aklım ne dediyse onu yaptım. O yoldan devam ettim. Camsız-çerçevesiz, çatısız, bahçesiz fakat daha çok: her yeri brandalı, eski araba lastikleriyle zemine oturtulmuş, açıkta kalan yerleri şeffaf poşetlerle kapatılmış evlerin arasında buldum kendimi.
Küçük tepeleri andıran çöp yığınları yolun her yerindeydi. Bazıları da tek tekerlekli el arabalarının üstüne basılmış, çamaşır ipleriyle bağlanmıştı. Duvarların, çöp varillerinin dibine yığılmış çöpler de vardı.
Daracık yolda çocuklar, taşlardan, ipten, futbol topundan yarattıkları, farklı farklı oyunlarla eğleniyorlardı. Kapkara derisiyle, giydikleriyle siyahtan geçilmeyen genç bir adam, çöpleri taşıdığı el arabasını olduğu yere bırakıp koştu. Gülerek geliyordu. Bu adam ne yapıyor acaba, dedim. Gülerek oynayarak koştu, koştu ve futbol topunu eline alıp, alttan sertçe bir darbe ile topu kaldırdı. Top, iki apartman boyu havalandı. Çocuklar nasıl da eğleniyordu. Kahkahalar, gülüşmeler havada uçuştu. Genç adam tekrar el arabasının sağlı sollu iki kolunu eline aldı. İçten içe gülerek arabayı ittirmeye devam etti.
İki kadın da sırt sırta vermiş, birbirlerini çekiştirip, arada küfür savurup kikirdeşiyorlardı. Onların hizasında, hemen karşı evin bitişiğinde çatı sacından yapılma bir garaj vardı. Garajın içinde yetmiş küsur model bir araba, neredeyse elli yaş demesine az kalmış, kıçı kaldırımı geçmeyecek şekilde duruyordu. Arabanın başucunda bir ihtiyar elinde bez, ağzında sigara, en ince ayrıntısına kadar arabanın her yerini siliyordu. Arada bir durup, birkaç saniye bekleyip, arabasını seyrediyor. Sonra tekrar silmeye devam ediyordu. İki sevgilinin, balkon denilemeyecek kadar dar alanlarda birbirleriyle bakıştıklarını gördüm. Kız perdenin altından bakıyor, oğlanda telefonda konuşuyormuş gibi yaparak sürekli kızı gözlüyordu.
Herkesin bana bakmaya başladığını hissettim. Yabancı olduğumu anlamışlardı. Belki kolumdaki saatten, bakışlarımdan ya da hareketlerimden. Neşenin yerini tedirginliğe bıraktığını görünce tekrar yolun başındaki trafoya doğru yürüyüp, arabamı aramaya koyuldum.
Belki araba yakınımdadır diye, ara ara kumandaya basıp etrafı yokluyordum. Yerimde başkası olsa öfkelenirdi herhalde. Arabamı nereye park ettiğimi bir an için unutup, aramayı bıraktım.
Apartmanlarda kimbilir neler oluyordu. Günlerden pazardı. Boş park yeri kalmamıştı. Ortalıkta hiç insan yoktu. Bir hafta boyu çalışıp didinen baba, çocuğunu dizine oturtmuş. Büyük bir keyifle, en sevdiği televizyon kanalını açmış mıdır? Yoksa, evin hanımının getirdiği çeşitli sınırlamalar, babanın da çocuğun da, kendilerini sokağa atmaları için bahane mi olmuştur. Muhtemelen öyledir... Şöyle bir günde, insanın oğlunu, kızını alıp gezmesi kadar huzur verici, neşe kaynağı ne olabilir?
Ben yürüdükçe, yemek kokuları da peşimden geliyordu. Şakalaşmalara, gülüşmelere, birbirine çarpan bulaşık seslerine muhayyilem yetmedi.
Yeni yapılan apartmanların bulunduğu muhitlerle, yirmi-otuz yıllık apartmanların bulunduğu muhitler içe içe geçmişti. Bu yüzdendir, tek bir tane bile: baş başa oturmuş sohbet eden emekli göremedim. Yorgan sırıyan, halı yıkayan ya da davul fırın üstünde; katmer, gözleme yapan kimselere de rastlamadım. Yirmi-otuz yıllık binaların olduğu yerlerde bunları sık sık görmek mümkündür. Bu eksiliğin müsebbibi yeni yapılan apartmanlardır diye düşündüm. Zaten sağda solda, absürd renklerde, tuhaf jantlar takılmış, çok da yeni olmayan lüks otomobiller vardı. Bunlar muhtemelen fırsatı ganimet bilen, birkaç yıl içinde de imkanları doğru kullanarak zenginleşmiş, varlık sahibi müteahhitlerin arabalarıydı. Kimisi de böyle, inşaattan uzakta bir yere, arabasını götürüp park ediyordu. Zannetmiyorum ki benim gibi, arabalarını bir yerde bırakıp unutsunlar. Mümkün değil!
Nuh Nebi’den kalma trafonun sağında, dar, toprak bir yol çıktı karşıma. Aklım ne dediyse onu yaptım. O yoldan devam ettim. Camsız-çerçevesiz, çatısız, bahçesiz fakat daha çok: her yeri brandalı, eski araba lastikleriyle zemine oturtulmuş, açıkta kalan yerleri şeffaf poşetlerle kapatılmış evlerin arasında buldum kendimi.
Küçük tepeleri andıran çöp yığınları yolun her yerindeydi. Bazıları da tek tekerlekli el arabalarının üstüne basılmış, çamaşır ipleriyle bağlanmıştı. Duvarların, çöp varillerinin dibine yığılmış çöpler de vardı.
Daracık yolda çocuklar, taşlardan, ipten, futbol topundan yarattıkları, farklı farklı oyunlarla eğleniyorlardı. Kapkara derisiyle, giydikleriyle siyahtan geçilmeyen genç bir adam, çöpleri taşıdığı el arabasını olduğu yere bırakıp koştu. Gülerek geliyordu. Bu adam ne yapıyor acaba, dedim. Gülerek oynayarak koştu, koştu ve futbol topunu eline alıp, alttan sertçe bir darbe ile topu kaldırdı. Top, iki apartman boyu havalandı. Çocuklar nasıl da eğleniyordu. Kahkahalar, gülüşmeler havada uçuştu. Genç adam tekrar el arabasının sağlı sollu iki kolunu eline aldı. İçten içe gülerek arabayı ittirmeye devam etti.
İki kadın da sırt sırta vermiş, birbirlerini çekiştirip, arada küfür savurup kikirdeşiyorlardı. Onların hizasında, hemen karşı evin bitişiğinde çatı sacından yapılma bir garaj vardı. Garajın içinde yetmiş küsur model bir araba, neredeyse elli yaş demesine az kalmış, kıçı kaldırımı geçmeyecek şekilde duruyordu. Arabanın başucunda bir ihtiyar elinde bez, ağzında sigara, en ince ayrıntısına kadar arabanın her yerini siliyordu. Arada bir durup, birkaç saniye bekleyip, arabasını seyrediyor. Sonra tekrar silmeye devam ediyordu. İki sevgilinin, balkon denilemeyecek kadar dar alanlarda birbirleriyle bakıştıklarını gördüm. Kız perdenin altından bakıyor, oğlanda telefonda konuşuyormuş gibi yaparak sürekli kızı gözlüyordu.
Herkesin bana bakmaya başladığını hissettim. Yabancı olduğumu anlamışlardı. Belki kolumdaki saatten, bakışlarımdan ya da hareketlerimden. Neşenin yerini tedirginliğe bıraktığını görünce tekrar yolun başındaki trafoya doğru yürüyüp, arabamı aramaya koyuldum.
Apartman Sâkini - Volkan Kılıç
(Karanfil Fanzin'in 23. sayısında yayınlanmıştır.)
Birazdan
Bir apartman sakini gibi davranacağım
Çelik kapımın ardına taşmayacak hovardalığım
Aşırılıklar
Daire numaramı zikrettirmeyecek düzeyde olmalı
Tüm fevriliğimi
Tumturaklı bir konuşmanın ücrasına bıraktım
Tonum bariton, tınım dokunaklı
Mevlit Bey’e karşı takındığım o güleç tavır
Masumiyetimin karinesi sayılmalı
Hiçbirimiz
Çöp toplayıcılar kadar post modern değiliz sanırım
Ne petek diplerine sakladığımız rutubet
Ne izmarit rengine çalan parmaklarımız
Bizden geçti, kabullenmeliyiz artık
Gevşek lakırdılarla açılan dosyamız
Vardiyasız işçiler ile
Özenli memurlar tarafından kapatıldı
Yakındır yakınmamız
Her suçun tanığı olmak zorunda mıydık?
Ne zorumuz vardı!
Neden yapılırdı bu müflis pazarlık?
Babamın
Taraçada düşen tansiyonu bile
Seni çağrıştırmadı
Bir apartman sakini gibi davranacağım
Çelik kapımın ardına taşmayacak hovardalığım
Aşırılıklar
Daire numaramı zikrettirmeyecek düzeyde olmalı
Tüm fevriliğimi
Tumturaklı bir konuşmanın ücrasına bıraktım
Tonum bariton, tınım dokunaklı
Mevlit Bey’e karşı takındığım o güleç tavır
Masumiyetimin karinesi sayılmalı
Hiçbirimiz
Çöp toplayıcılar kadar post modern değiliz sanırım
Ne petek diplerine sakladığımız rutubet
Ne izmarit rengine çalan parmaklarımız
Bizden geçti, kabullenmeliyiz artık
Gevşek lakırdılarla açılan dosyamız
Vardiyasız işçiler ile
Özenli memurlar tarafından kapatıldı
Yakındır yakınmamız
Her suçun tanığı olmak zorunda mıydık?
Ne zorumuz vardı!
Neden yapılırdı bu müflis pazarlık?
Babamın
Taraçada düşen tansiyonu bile
Seni çağrıştırmadı
Yarım Bardak - Ali Yılmaz
(Karanfil Fanzin'in 23. sayısında yayınlanmıştır.)
Bardak hep yarım, hep yarım bardak soğumuş
Şimdi geçmişin bir koridorunda otur da düşün nedir yarımlık
Koyup kendini örs niyetine, üzerinde dövdüğün dövündüğün kılıcın
Birden paslanması, öyleyse yarısı boştur, yarısı bütünden daha büyük bir boşluk.
Düşüyorsun artık kanatsız bir ölüsün
Derken bir dal sana tutunuyorsa, gürleşip, sünüyorsa
Yarısı doludur, yarısı koşup bitiremediğin sonsuzluk
Bardak hep yarım, hep yarım bardak soğumuş
Şimdi geçmişin bir koridorunda otur da düşün nedir yarımlık
Koyup kendini örs niyetine, üzerinde dövdüğün dövündüğün kılıcın
Birden paslanması, öyleyse yarısı boştur, yarısı bütünden daha büyük bir boşluk.
Düşüyorsun artık kanatsız bir ölüsün
Derken bir dal sana tutunuyorsa, gürleşip, sünüyorsa
Yarısı doludur, yarısı koşup bitiremediğin sonsuzluk
İvme - Yusuf İkbâl
(Karanfil Fanzin'in 23. sayısında yayınlanmıştır.)
Dikildi göğsüme bir zaman baldıran, göğsümde bir zaman hezaren,
zehir oldu ve kuruldu dünyanın zembereği oklarla ben işaret olunurken.
her zaman bir sır ile gerildi yay Adem’den bu yana gelinirken,
rüzgar ekildi, post delindi, kaza denildi, elimizden bir şey gelmedi,
vadiysek de her ne kadar sulardan başka şeyleri yutmaya elimizden bir şey gelmedi.
Zafer aldım, nara attım bahtımın mahzenlere indiği yere giderek,
muhbirler habersiz yaşadı benden, iltica edene dek.
bir atın hızlı yürüyüşü ile filizlendi eşkinciler yunan görülene dek,
kurşun uçtu, süngü kırıldı, seyrettik meydan muharebelerini, elimizden bir şey gelmedi,
kara tahtalar önünde vaka-ı hayriyye ne hayır getirdi bunu hiç bilemedik.
Sonra sustum ve belledim göğü gösterilenden ibaret olarak,
yürüdüm ama hiçbir zaman firak makamına erişemeyerek.
mintanlara ve esvaplara değdi hepsine yel eserek
ama bir tek senin kurşuni harmaninden yayıldı gönle inşirah.
Irgatlar gibi bekliyorum, devrilecek bir iskeletle ayakta kuruluyum
ama bir omurgam var diyorum, karşı durabilirim diyorum dik başımla
vazgeçiyorum artık ikinci tekil şahıslardan ama sen yine de cevap ver.
anımsar mısın eğeri yutulmuş gümüşi yeleli atlardan konuştuğumuzu,
hatırlar mısın seni ve tütünü son soluyuşumu, ciğerlerimin böylece soluşunu.
çay tarlalarında hasat ederken değil, fabrika bacası dibinde boğulurken oldu bu.
Fakat geçti artık kuru günleri duvarların, çiviler parıldıyor şimdi eşkalimizde,
geçti körpe gençliğimin hiçciliği, her an lüzumsuzca parlayan ayrıksılığı.
boyun bükerek sürdürüyorum artık çamurlardan geçişimi,
rüzgar esti saçımın yönü değişti şimdi, ismim hala aynı mı mezarlıklar
ardında?
savruldu artık zifiri sarığım,
artık bildim günün doğusunu, batısını ve yükseltisini.
şimdi gece damlar kan parlar, ak ay, parlak al şal, gök manzara,
arş kesilir kızıllığından, al ay, parlak gök şal, ak manzara,
umman taşınır berraklığından, gök ay, parlak ak şal, al manzara.
şimdi, ol muhtelif karanlıklardan
ol şimdi bu şehrin ıssızlığından, bir ses ol
güneşi ve ayı elinde tutmak arzularından
ol şimdi delici bir bağırış.
şakk-ı kamerden sonra artık bölük de dünya,
şimdi ak da bir kara da bir.
şimdi çık o bütün karanlığından
tamam eyle bütün çukurları şimdi, şimdi bağırgan.
Dikildi göğsüme bir zaman baldıran, göğsümde bir zaman hezaren,
zehir oldu ve kuruldu dünyanın zembereği oklarla ben işaret olunurken.
her zaman bir sır ile gerildi yay Adem’den bu yana gelinirken,
rüzgar ekildi, post delindi, kaza denildi, elimizden bir şey gelmedi,
vadiysek de her ne kadar sulardan başka şeyleri yutmaya elimizden bir şey gelmedi.
Zafer aldım, nara attım bahtımın mahzenlere indiği yere giderek,
muhbirler habersiz yaşadı benden, iltica edene dek.
bir atın hızlı yürüyüşü ile filizlendi eşkinciler yunan görülene dek,
kurşun uçtu, süngü kırıldı, seyrettik meydan muharebelerini, elimizden bir şey gelmedi,
kara tahtalar önünde vaka-ı hayriyye ne hayır getirdi bunu hiç bilemedik.
Sonra sustum ve belledim göğü gösterilenden ibaret olarak,
yürüdüm ama hiçbir zaman firak makamına erişemeyerek.
mintanlara ve esvaplara değdi hepsine yel eserek
ama bir tek senin kurşuni harmaninden yayıldı gönle inşirah.
Irgatlar gibi bekliyorum, devrilecek bir iskeletle ayakta kuruluyum
ama bir omurgam var diyorum, karşı durabilirim diyorum dik başımla
vazgeçiyorum artık ikinci tekil şahıslardan ama sen yine de cevap ver.
anımsar mısın eğeri yutulmuş gümüşi yeleli atlardan konuştuğumuzu,
hatırlar mısın seni ve tütünü son soluyuşumu, ciğerlerimin böylece soluşunu.
çay tarlalarında hasat ederken değil, fabrika bacası dibinde boğulurken oldu bu.
Fakat geçti artık kuru günleri duvarların, çiviler parıldıyor şimdi eşkalimizde,
geçti körpe gençliğimin hiçciliği, her an lüzumsuzca parlayan ayrıksılığı.
boyun bükerek sürdürüyorum artık çamurlardan geçişimi,
rüzgar esti saçımın yönü değişti şimdi, ismim hala aynı mı mezarlıklar
ardında?
savruldu artık zifiri sarığım,
artık bildim günün doğusunu, batısını ve yükseltisini.
şimdi gece damlar kan parlar, ak ay, parlak al şal, gök manzara,
arş kesilir kızıllığından, al ay, parlak gök şal, ak manzara,
umman taşınır berraklığından, gök ay, parlak ak şal, al manzara.
şimdi, ol muhtelif karanlıklardan
ol şimdi bu şehrin ıssızlığından, bir ses ol
güneşi ve ayı elinde tutmak arzularından
ol şimdi delici bir bağırış.
şakk-ı kamerden sonra artık bölük de dünya,
şimdi ak da bir kara da bir.
şimdi çık o bütün karanlığından
tamam eyle bütün çukurları şimdi, şimdi bağırgan.
Şiirin Aradığı Şâirin Bulamadığı - Eyüp Aktuğ
(Karanfil Fanzin'in 23. sayısında yayınlanmıştır.)
Şiir ve lisan birbiri ile yakından ilişkilidir. Lisanların kadimlik vasfına yücelmeleri ve yükselmeleri şiir sayesinde olmuştur. Çünkü şiir, lisanın talim sahası olduğu gibi lisanı kemale ulaştıracak ve onun bakir taraflarıyla oynamaya imkan verecek bir alandır. Şiir, bu yönüyle lisanın muhafazasında ve lisanın tekamül seyrinde çok önemli bir vazife icra eder. Lisan da şiirin bu vazifesine hareket imkanı tanıyarak onu rahatlatır. Doğu edebiyatı da göz önüne alınarak düşünüldüğünde mesele dönüp dolaşıp aynı yere varmaktadır. Mevzuyu Türkçe'ye ve edebiyatımıza getirmek istiyorum. Yazıya ait ilk tecrübe Fenike'nin alfabe ihraç etmesiyle başladı. Bu konuya işaret olarak Cemal Süreya'nın Ortadoğu isimli şiirinin birinci bölümünden şu mısraları paylaşabilirim: "çirkin kuşları ağulu böcekleri besledi / sayda'yı hatusas'ı troya'yı / alfabe ihraç eden fenike'yi / alfabe ithal eden ankara'yı"
Dil kelimesi yerine lisan kelimesi ısrarla kullandığımı fark etmişsinizdir. Bunun nedenini açıklarken şu örneği vermek isterim. Örneğin, Katalanca İspanya'da konuşulan bir dildir, bir lisan değildir.. Katalan bölgesin de konuşulur. Fakat İspanyolca bir lisandır. Yabancı lisanlar ile komşuluk ilişkisi yaşayan veya bir şekilde yabancı lisanlar ile münasebet kurmuş her lisan ister istemez o lisanlardan kelimeler devşirir. Türkçe, tarih boyunca Arap ve Fars lisanlarıyla komşuluk etmiş ve pek tabii o lisanlardan kelimeler devşirmiştir. Doğu milletlerinin ruh röntgenini tetkik ettiğimizde göreceğiz ki ister Türk olsun, ister Arap olsun, ister Fars olsun, bu milletler birbirleri ile sıcak temas halinde bulunduğundan dolayı benzer hadiseler karşısında benzer tepkilerde bulunurlar. Bu yönü ile doğu bir bütündür. Örneğin Doğu'da ortak bir Leyla metaforu vardır. Gizlenen sırlar, açığa vurulan hisler benzeşiktir. Türklerin bulunduğu coğrafya itibariyle etkileşime açık olmasını, lisanına devşirdiği kelimelere bakarak olumsuz bir yargıda bulunmak ve Türkçe'nin asliyetini yitirdiğini düşünmek yanlış bir kanı olacaktır. Divan edebiyatını ve o döneme ait eserleri -öncelikle şiirleri- incelediğimiz zaman son derece sanatlı, gösterişli, her an kendisini talim eden bir lisan ile karşılaşmış olacağız. Divan edebiyatını gül, bülbül, kadeh, şarap dörtlemesi olarak görmek ve onu bu kadar sığ bir tarifle anlatmaya çalışmak en ölçülü ifade ile deliliktir.
Kelimelerin devşirilmesinden söz ettim. Bu ifadeyi günümüz için kullanırsak son derece büyük bir yanlışın içine düşmüş oluruz. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi batı lisanlarından apardığımız ve lisanımızın içine yedirmeye çalıştığımız kelimeler ve bu kelimelerle yeniden şekil vermeye çalıştığımız edebiyat, özde ortak bir ruhtan söz edemeyeceğimiz için mevcut lisanı yükseltmek, kemale ulaştırmak yerine onu düşürür, zayıflatır. Misalen "spiker" kelimesi günlük konuşma dilimize yuvalanmış olduğundan yer yer kullanılan bir kelimedir. İngilizcedeki "speaker" kelimesinden lisanımıza sıçramıştır. Türkçe karşılığı ise konuşmacıdır. Bu ve bu türden bir dünya kelime sayabiliriz. Bir vakitler, mezun olduğum lisemde "Türkçesi Varken" isimli bir uygulama başlatılmıştı. Bilinç uyandırmak adına günlük dilde kullanılan yabancı kelimelerin lisanımızdaki karşılığı hatırlatılıyordu. Unutulan şey hatırlatılır. Ne acı!
Şuraya kadar ifade etmeye gayret gösterdiğim konu, günümüz Türk şiirinin ve şairinin çıkmazını izaha kalkışırken meseleye bir zemin oluştursun içindi. Lisanı ağdalamak, törpülemek, onu asliyesine kavuşturmayacaktır. Orta Asya bozkırını lisanın içine oturtmak imkansızdır. Yeniden Divan edebiyatına dönülsün gibi bir çılgınlıktan söz etmiyorum. Demek istediğim şey, kavramlarımızı kaybetmeyelim. Batının bir tekstil ürünü gibi sırtımıza geçirdiği kelimelerden soyunup, hazır olarak paketlenmiş olarak önümüze sunulan bu yemeği reddedip, kazanımızı kendimiz kaynatmalı ve ihtiyacımız olan gıdayı kendi topraklarımızdan hasat etmeliyiz. Cemil Meriç, Jurnal isimli eserinin 298. sayfasında, "Ağaç kökü ile yaşar. İnsan da öyle. Mâzi gövdemiz. Mâziden koptuk, istikbâle bağlanamadık. Ne Avrupa’yız, ne Asya." ifadesiyle mevzunun atardamarına neşter tutmuştur.
Bugüne dönelim. Türk şiirinin ve şairinin milenyum çıkmazına. İtiraf ve ilan edelim, lisanımız ve şiirimiz bir cinnet hali yaşamaktadır, komadayız, bağlı bulunduğumuz solunum cihazının adı İkinci Yeni. Bir yanımız batının kültür ihracında kuyruğa girmiş beklerken, diğer tarafımız batıya sövmek ile meşgul. Fakat acıdır ki batıya karşı bir antitez geliştirirken dahi kendi kavramlarımızı kullanamıyor, tutunduğumuz dal ve dayanak noktamız olarak olarak Avrupa'yı cebimizde taşıyoruz. Trajedimiz burada başlıyor işte. Çünkü insan kelimeler ile düşünür. Yani düşünce bir bakıma lisanın emri altındadır. Soru şu: Lisan kimin? Bu bağlamda en büyük bozgunu şiirde yaşamış durumdayız. İflası tecrübe ediyoruz, dersem yanlış bir yargıda bulunmuş olmam. Lisanımızdaki parıltının, gösterişin ve sanatın sönmesiyle şiirimiz makina çağına adım atmış oldu. Ruhsuz, özsüz, ne dediği belli olmayan, neye tekabül ettiği bilinmeyen, kelimeler yığını. Yön ve istikamet hissimizi de böylece yitirmiş olduk.
Şiir bir fetih aracıdır. İmar eder, inşa eder, düzeltir, iyileştirir. Şair Mars'ta yaşamadığına göre şiirde Marslı değildir ve Marslılar için yazılmaz. Şu halde günümüz şiiri neden Marslı gibi yazılıyor? Yahut şairlerimiz neye talip, kendisini nereye hangi amaçlar için konumlandırıyor? Bu suallerden kaçmak ve kendilerine bir sığınak oluşturmak için ekseriyetle şu cevap verilir: "Ben kendim için yazıyorum." O halde, madem kendin için yazıyorsun, kalemi eline almak yerine -daha doğrusu klavyeye dokunmak yerine- aynaya bak, aynada kendini izlemekle yetin. Şiirin bir fetih aracı olduğunu söyledim, şiir artık sadece delikanlıların genç kızların kalbini fetih aracı vazifesi görmektedir. Günümüzde klasik sayılacak bir eser vücuda getirilememektedir. Çünkü şair, ne tarih üzerine ne istikbal üzerine ne de şiiri üzerine düşünmektedir. Hazır olan tüketilmekte ve ortalama dil tutturulmaya çalışılarak, birbirini tekrar edip duran artistik metinler yazılmaktadır. Suya sabuna dokunulmadığı için temize çıkamıyoruz. Vitrin sahibi olmak bunu gerektirir çünkü. Günümüz şairi düşmanı fark etse, meselenin farkına varsa bile ısırgan, ayakları yere basan bir şiir vücuda getirememektedir. Çünkü düşmanın etini takma dişlerle ısırmaya çalışmakta, her hamlesi düşmanını sadece gıdıklamaya yaramaktadır.
Lisanın ve şiirin talim sahası olan dergilerimize gelince... Pek az dergi şiir ve lisan meselesi üzerinde ciddi gayretler göstermektedir. Ekseriyetle dergilerimiz pop-ikon yetiştirme, cilalama, parlatma görevindedir. Şiirde romantizm yer yer elbette olabilir. Fakat salt romantizmi şiire iskelet kabul etmek, delikanlıların kızlarla olan münasebetlerinde yol açıcı bir iksir olarak görmeye sebep olacaktır. Bu anlayış yüzünde yetişen neslin, düşünme - okuma - üretme zemini oluşmamış, hazır olanı tüketmek, mevcut olanı parlatmak daha cazip görülmüştür. Günümüz dergiciliğinin üzerindeki boya kazındığında geriye ne kalacaktır?
Her defasında İkinci Yeni'nin sermayesini kopya ettiğimiz, bakiyesi üzerine devam ettiğimiz bir gerçektir. Fakat İkinci Yeni, şiiri üzerinde kafa yoruyordu, düşünüyordu. Lisanını yitirmemek adına gayret içerisindeydi. Geleneksel mecaz sistemini öteye koyarken yerine neyi getirdiğinin de bilincindeydi. Bilinç? Üzerini kapattığımız kelime. Edip Cansever'in Mendilimde Kan Sesleri isimli şiirinde dediği gibi: "Yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler / Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi"
Şiirimiz tıklım tıklım. Müjde.
Şiir ve lisan birbiri ile yakından ilişkilidir. Lisanların kadimlik vasfına yücelmeleri ve yükselmeleri şiir sayesinde olmuştur. Çünkü şiir, lisanın talim sahası olduğu gibi lisanı kemale ulaştıracak ve onun bakir taraflarıyla oynamaya imkan verecek bir alandır. Şiir, bu yönüyle lisanın muhafazasında ve lisanın tekamül seyrinde çok önemli bir vazife icra eder. Lisan da şiirin bu vazifesine hareket imkanı tanıyarak onu rahatlatır. Doğu edebiyatı da göz önüne alınarak düşünüldüğünde mesele dönüp dolaşıp aynı yere varmaktadır. Mevzuyu Türkçe'ye ve edebiyatımıza getirmek istiyorum. Yazıya ait ilk tecrübe Fenike'nin alfabe ihraç etmesiyle başladı. Bu konuya işaret olarak Cemal Süreya'nın Ortadoğu isimli şiirinin birinci bölümünden şu mısraları paylaşabilirim: "çirkin kuşları ağulu böcekleri besledi / sayda'yı hatusas'ı troya'yı / alfabe ihraç eden fenike'yi / alfabe ithal eden ankara'yı"
Dil kelimesi yerine lisan kelimesi ısrarla kullandığımı fark etmişsinizdir. Bunun nedenini açıklarken şu örneği vermek isterim. Örneğin, Katalanca İspanya'da konuşulan bir dildir, bir lisan değildir.. Katalan bölgesin de konuşulur. Fakat İspanyolca bir lisandır. Yabancı lisanlar ile komşuluk ilişkisi yaşayan veya bir şekilde yabancı lisanlar ile münasebet kurmuş her lisan ister istemez o lisanlardan kelimeler devşirir. Türkçe, tarih boyunca Arap ve Fars lisanlarıyla komşuluk etmiş ve pek tabii o lisanlardan kelimeler devşirmiştir. Doğu milletlerinin ruh röntgenini tetkik ettiğimizde göreceğiz ki ister Türk olsun, ister Arap olsun, ister Fars olsun, bu milletler birbirleri ile sıcak temas halinde bulunduğundan dolayı benzer hadiseler karşısında benzer tepkilerde bulunurlar. Bu yönü ile doğu bir bütündür. Örneğin Doğu'da ortak bir Leyla metaforu vardır. Gizlenen sırlar, açığa vurulan hisler benzeşiktir. Türklerin bulunduğu coğrafya itibariyle etkileşime açık olmasını, lisanına devşirdiği kelimelere bakarak olumsuz bir yargıda bulunmak ve Türkçe'nin asliyetini yitirdiğini düşünmek yanlış bir kanı olacaktır. Divan edebiyatını ve o döneme ait eserleri -öncelikle şiirleri- incelediğimiz zaman son derece sanatlı, gösterişli, her an kendisini talim eden bir lisan ile karşılaşmış olacağız. Divan edebiyatını gül, bülbül, kadeh, şarap dörtlemesi olarak görmek ve onu bu kadar sığ bir tarifle anlatmaya çalışmak en ölçülü ifade ile deliliktir.
Kelimelerin devşirilmesinden söz ettim. Bu ifadeyi günümüz için kullanırsak son derece büyük bir yanlışın içine düşmüş oluruz. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi batı lisanlarından apardığımız ve lisanımızın içine yedirmeye çalıştığımız kelimeler ve bu kelimelerle yeniden şekil vermeye çalıştığımız edebiyat, özde ortak bir ruhtan söz edemeyeceğimiz için mevcut lisanı yükseltmek, kemale ulaştırmak yerine onu düşürür, zayıflatır. Misalen "spiker" kelimesi günlük konuşma dilimize yuvalanmış olduğundan yer yer kullanılan bir kelimedir. İngilizcedeki "speaker" kelimesinden lisanımıza sıçramıştır. Türkçe karşılığı ise konuşmacıdır. Bu ve bu türden bir dünya kelime sayabiliriz. Bir vakitler, mezun olduğum lisemde "Türkçesi Varken" isimli bir uygulama başlatılmıştı. Bilinç uyandırmak adına günlük dilde kullanılan yabancı kelimelerin lisanımızdaki karşılığı hatırlatılıyordu. Unutulan şey hatırlatılır. Ne acı!
Şuraya kadar ifade etmeye gayret gösterdiğim konu, günümüz Türk şiirinin ve şairinin çıkmazını izaha kalkışırken meseleye bir zemin oluştursun içindi. Lisanı ağdalamak, törpülemek, onu asliyesine kavuşturmayacaktır. Orta Asya bozkırını lisanın içine oturtmak imkansızdır. Yeniden Divan edebiyatına dönülsün gibi bir çılgınlıktan söz etmiyorum. Demek istediğim şey, kavramlarımızı kaybetmeyelim. Batının bir tekstil ürünü gibi sırtımıza geçirdiği kelimelerden soyunup, hazır olarak paketlenmiş olarak önümüze sunulan bu yemeği reddedip, kazanımızı kendimiz kaynatmalı ve ihtiyacımız olan gıdayı kendi topraklarımızdan hasat etmeliyiz. Cemil Meriç, Jurnal isimli eserinin 298. sayfasında, "Ağaç kökü ile yaşar. İnsan da öyle. Mâzi gövdemiz. Mâziden koptuk, istikbâle bağlanamadık. Ne Avrupa’yız, ne Asya." ifadesiyle mevzunun atardamarına neşter tutmuştur.
Bugüne dönelim. Türk şiirinin ve şairinin milenyum çıkmazına. İtiraf ve ilan edelim, lisanımız ve şiirimiz bir cinnet hali yaşamaktadır, komadayız, bağlı bulunduğumuz solunum cihazının adı İkinci Yeni. Bir yanımız batının kültür ihracında kuyruğa girmiş beklerken, diğer tarafımız batıya sövmek ile meşgul. Fakat acıdır ki batıya karşı bir antitez geliştirirken dahi kendi kavramlarımızı kullanamıyor, tutunduğumuz dal ve dayanak noktamız olarak olarak Avrupa'yı cebimizde taşıyoruz. Trajedimiz burada başlıyor işte. Çünkü insan kelimeler ile düşünür. Yani düşünce bir bakıma lisanın emri altındadır. Soru şu: Lisan kimin? Bu bağlamda en büyük bozgunu şiirde yaşamış durumdayız. İflası tecrübe ediyoruz, dersem yanlış bir yargıda bulunmuş olmam. Lisanımızdaki parıltının, gösterişin ve sanatın sönmesiyle şiirimiz makina çağına adım atmış oldu. Ruhsuz, özsüz, ne dediği belli olmayan, neye tekabül ettiği bilinmeyen, kelimeler yığını. Yön ve istikamet hissimizi de böylece yitirmiş olduk.
Şiir bir fetih aracıdır. İmar eder, inşa eder, düzeltir, iyileştirir. Şair Mars'ta yaşamadığına göre şiirde Marslı değildir ve Marslılar için yazılmaz. Şu halde günümüz şiiri neden Marslı gibi yazılıyor? Yahut şairlerimiz neye talip, kendisini nereye hangi amaçlar için konumlandırıyor? Bu suallerden kaçmak ve kendilerine bir sığınak oluşturmak için ekseriyetle şu cevap verilir: "Ben kendim için yazıyorum." O halde, madem kendin için yazıyorsun, kalemi eline almak yerine -daha doğrusu klavyeye dokunmak yerine- aynaya bak, aynada kendini izlemekle yetin. Şiirin bir fetih aracı olduğunu söyledim, şiir artık sadece delikanlıların genç kızların kalbini fetih aracı vazifesi görmektedir. Günümüzde klasik sayılacak bir eser vücuda getirilememektedir. Çünkü şair, ne tarih üzerine ne istikbal üzerine ne de şiiri üzerine düşünmektedir. Hazır olan tüketilmekte ve ortalama dil tutturulmaya çalışılarak, birbirini tekrar edip duran artistik metinler yazılmaktadır. Suya sabuna dokunulmadığı için temize çıkamıyoruz. Vitrin sahibi olmak bunu gerektirir çünkü. Günümüz şairi düşmanı fark etse, meselenin farkına varsa bile ısırgan, ayakları yere basan bir şiir vücuda getirememektedir. Çünkü düşmanın etini takma dişlerle ısırmaya çalışmakta, her hamlesi düşmanını sadece gıdıklamaya yaramaktadır.
Lisanın ve şiirin talim sahası olan dergilerimize gelince... Pek az dergi şiir ve lisan meselesi üzerinde ciddi gayretler göstermektedir. Ekseriyetle dergilerimiz pop-ikon yetiştirme, cilalama, parlatma görevindedir. Şiirde romantizm yer yer elbette olabilir. Fakat salt romantizmi şiire iskelet kabul etmek, delikanlıların kızlarla olan münasebetlerinde yol açıcı bir iksir olarak görmeye sebep olacaktır. Bu anlayış yüzünde yetişen neslin, düşünme - okuma - üretme zemini oluşmamış, hazır olanı tüketmek, mevcut olanı parlatmak daha cazip görülmüştür. Günümüz dergiciliğinin üzerindeki boya kazındığında geriye ne kalacaktır?
Her defasında İkinci Yeni'nin sermayesini kopya ettiğimiz, bakiyesi üzerine devam ettiğimiz bir gerçektir. Fakat İkinci Yeni, şiiri üzerinde kafa yoruyordu, düşünüyordu. Lisanını yitirmemek adına gayret içerisindeydi. Geleneksel mecaz sistemini öteye koyarken yerine neyi getirdiğinin de bilincindeydi. Bilinç? Üzerini kapattığımız kelime. Edip Cansever'in Mendilimde Kan Sesleri isimli şiirinde dediği gibi: "Yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler / Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi"
Şiirimiz tıklım tıklım. Müjde.
2 Ekim 2017 Pazartesi
Karanfil Fanzin'in 23. Sayısı Çıktı
Karanfil Fanzin'in 23. sayısı çıktı. Sınırı 23. kez geçiyor, sesimizi 23. kez yükseltiyor, o duvarın karşısında 23. kez yumruğumuzu sıkıyor ve yarım bıraktığımız şarkıya 23. kez dönüyoruz. "Askerin son defa memleketine baktığı / Yüzünü çevirince bir bardak gibi düşüp kırılan memleket" ön mısralarıyla başladığımız bu sayının manşetinde "ŞİMDİ SAVAŞMAZSAN ANLATACAK BİR HİKÂYEN OLMAYACAK" diyerek sizlere anlatılacak bir hikâye sunuyoruz.
23. sayıda sizleri karşılayacak ilk eser Eyüp Aktuğ'un Şiirin Aradığı Şâirin Bulamadığı başlıklı yazısı. Aktuğ, yazısında şiir ve şair arasındaki ilişkiden yola çıkarak günümüz şiirine eleştirel bir pencere açıyor.
Yusuf İkbâl, İvme ismini verdiği şiirinde "ama bir omurgam var diyorum, karşı durabilirim diyorum dik başımla / vazgeçiyorum artık ikinci tekil şahıslardan ama sen yine de cevap ver." mısralarıyla eşkalindeki çivileri yerinden oynatıyor.
Ali Yılmaz, Yarım Bardak isimli şiirinde "Bardak hep yarım, hep yarım bardak soğumuş /
Şimdi geçmişin bir koridorunda otur da düşün nedir yarımlık" mısralarıyla koşup bitiremediği sonsuzluğu sunuyor okuruna.
Apartman Sakini isimli şiiriyle Volkan Kılıç, vardiyasız işçiler ile özenli memurlar arasında saklanan hayatı uzatıyor bizlere.
Muhammed Şahin Çingene isimli öyküsüyle, Tuncel Ergün ise Bir Yol Öyküsü isimli öyküsüyle 23. sayının öykü bölümüne katkı sunan yazarlar oldu.
Bu sayının müzik bölümünde ise Rimsky Korsakov'un Şehrazat'ı sizleri karşılayacak.
Karanfil 23 dedi.
Böyle oldu.
Karanfil Fanzin - 23. Sayı İndeksi
- Muhammed Şahin - Çingene Sokağı
- Tuncel Ergün - Bir Yol Öyküsü
Eleştiri Bölümü
- Eyüp Aktuğ - Şiirin Aradığı Şâirin Bulamadığı
Şiir Bölümü
- Yusuf İkbâl - İvme
- Ali Yılmaz - Yarım Bardak
- Volkan Kılıç - Apartman Sakini
Müzik Bölümü
- Rimsky Korsakov - Şehrazat
Karanfil Fanzin - Dağıtım Noktaları
Dünyayı Kurtaran Kitabevi
İstanbul:
Sosyal Sahaf
Ankara:
Tayfa Kitap Kafe
İzmir:
Yakın Kitabevi
Sivas Dışı:
E-Posta adresinize pdf dosyamızı gönderiyoruz. Sizlerde fotokopiciden 10 kuruşa çıktı alabiliyorsunuz. Boyutun A3 olduğunu belirtmeyi unutmayın. Ricamız ise şu: renkli kağıda baskı almayın.
karanfil.fanzin@gmail.com
twitter.com/KaranfilFanzin
karanfilfanzin.blogspot.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)