31 Ekim 2015 Cumartesi

İskele - Yasin Fişne

(Karanfil Fanzin'in 16. sayısında yayınlanmıştır.)

Kallavi bir şehrin küçük bir semtinde yaşıyorum. Etrafı, dikenli tel çekili bahçeleri olan evler ve uzun kavak ağaçlarıyla kaplı. Şehrin içinde özerk bir bölge aslında yok böyle bir şey her zaman ki mübalağa ettim herhâlde. Ne kar mı yağıyor? O zaman değmeyin keyfime. Hemen biraz odun ve çıra alayım yanıma bir de çakmak. Bahçeye okula yeni başlayan çocuklar gibi koşayım. Garajdan semaveri de kaptığım gibi her şey hazır. Hay Allah çayı unutmuşum. Şimdi ya evde de yoksa. Hanımın dırdırı da çekilmez ki şimdi. Ben en iyisi çarşıya ineyim. Zaten bahane arıyordum. Kahvehaneye de gider okey dönenlere sorarım bakalım durumlar nasıl. Bir buharlı tren ağırlığında mezarlığın bitişiğindeki patikadan yola koyuluyorum. Kar da atıştırıyor bu sırada. Yürürken karşıma çıkan solgun yüzler bana okuldan hasta olup kaçmak için tebeşir tozu yutan çocukları hatırlatıyor. Beyaz tebeşirlerin kara tahtaları şenlendirdiği gibi şenlendiriyor yeryüzünü mübarek bu sırada. Tabi okuldan kaçmak isteyen çocuklar bunu anlamıyordur diye geçiriyorum içimden. Derken sonunda caddeye iniyorum. Trafikte sıkışmış mı? Bugün aldığım ilk kötü haber. Şimdi yine insanlar yerine kornalar konuşacak konser yerine dönecek meydan Beethoven'in bilmem kaçıncı senfonisi. Trafik lambaları kendine yakışan rengi bulmaya çalışıyor. Bunun yanında insanların ekseriyeti trafik lambası kadar olamamış. Hepsi kırmızıya bürünmüş birer matador heybetiyle. Bunlardan habersiz otobüs durağının arkasında duran melez köpeği görüyorum. Mutsuz görünüyor. Üstüne su sıçratan arabalardan korunmak için güzel bir yer bulmuş kendine. Filozof edasıyla etrafı izlerken, kuyruğunu çekiştiren üç dört yaşlarındaki afacana da kayıtsız kalmıyor. Boğazının o haşmetli boşluklarını hırlama sesleri dolduruyor. Bir çocuk elinde tartıyla otobüs durağında bekleyen kaba bıyıklı adama soruyor.” Abi ta ta ta tartayım mı? “Tart” diyor oda. Çıkıyor baskülün üzerine merdiven çıkan bir misafir edasıyla. “Kaç geldim?” deyince çocuk “ye ye yetmiş” diye cevap veriyor. Beşliği de kapıyor kerata. Yürümeye devam ediyorum. Adımlarımı biraz hızlandırayım en iyisi yoksa burnuma havuç tıkacaklar. Caddede yürürken insanların vitrinlere bakışı bana renkli televizyonun geldiği ilk yılları hatırlatıyor. Arabaların fren sesleri bozuk bir plak gibi, irkiliyorum. Sekiz köşe kasketimde bir hayli ıslanmış. En iyisi lokomotife biraz daha kömür atayım derken geliyorum kahvehaneye yanaşıyorum usulca. Hemen muhtarın bulunduğu masaya doğru gidiyor yürürken bir el işaretiyle çırağa çay getir diyorum. Kendime bir sandalye çekip muhtara ve okey oynayanlara bir selam çakıyorum.

-Muhtar durumlar nasıl?
-Tek taşa dolanıyorum abi.
-Onu demedik be adam memlekette durumlar nasıl?

Çifte gidiyorlar abi deyince tepem atıyor kalkıyorum masadan. Gözlerim daha konuşulası birilerini arıyor. Şu köşede duran saçları dağınık genç çok içten çekiyor sigarayı. Canım onunla konuşmak istiyor gidip karşısındaki sandalyeye oturuyorum. Selamlaşmadan sonra sohbet koyulaşıyor. Kahveyi bugün de zengin ettik diye geçiriyorum içimden. Çaylar tükendikçe sohbet demleniyor. Gence neden sigara içtiğini soruyorum. Bir pakete bir de gözümün içine bakıyor. Anlıyorum mevzuyu. Kahvehanede saat yoktur herkes çırağın çay tepsisini çeviriş hızından anlar zamanı. Çırak çaylarımızı yenilemeye geldiğinde, bugünde akşamı ettik diyorum içimden. Gençle biraz daha muhabbet ettikten sonra gençle vedalaşıp çırağa maaştan kalma onluğu veriyorum. Tam bu sırada muhtarda bulmuş tek taşını deviriyor ıstakasını. Kapıdan çıkarken okey tayfasına veda mahiyetinde el kaldırıp beyaza bürünmüş kaldırıma atıyorum kendimi.

(Tefrika olarak sunduğumuz bu hikayenin devamı 17. sayımızda olacaktır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.