13 Ekim 2016 Perşembe

Bir Şairken Zeyneb Olmak - Merve Parlak

(Karanfil Fanzin'in 21. sayısında yayınlanmıştır.)

“Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyaya zen gibi
Merdâne var sâde-dil ol terk-i zîver it”

Günümüz Türkçesi ile:
“Zeyneb dünya süslerine kadın gibi meyletmeyi bırak
Mertçe git, sade dilli ol, süslenmeyi terk et”

Divan’ın bilinen ilk kadın şairi Zeyneb Hatun, Gazel’inde kendisine yukarıdaki gibi seslenmektedir. Yani Zeyneb Hatun, bir şair olarak kabul görebilmek için, arzularının “merdane” olması gerektiğini düşünüyor, mertçe söylüyor. Kökeni Farsça olan “mert” kelimesi, Günümüz Türkçesi ile her ne kadar erkek şemasında dursa da bunu değiştiren kadınlar yok değil. Yok sayılmıştır fakat. Kadınların, ataerkil yapıya sahip bu coğrafyada yükseltildiği pek de vâki olmuş değil. Öyle ki yiğit, gözü tok, olan bitene kapılmayıp zamanı yenmiş kadınları okumak bir mücevheri izlemek zevkini veriyor artık. Azız ama kıymetimiz çoklukta. İşte Zeyneblik burada başlıyor. Azız ve bir mücevher de Zeyneb Hatun. Ve aslında bir şair olarak kendine çizdiği bu yola, şiir yazan kadınların yoludur, diyebiliriz.

Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları’nda şairi, yılanın tepesinde gül açtırmak, akrebin ağzında tebessüm vücuda getirmek, deve sırtında dans etmek gibi bir kader cambazlığının adamıdır, diyerek tanımlıyor. Yüklemine bakarak sahici bir şairin, kadınlar arasından çıkmayacağı gibi bayağılaşan şu konuyu hemen kapatmalı ve Karakoç’un bu demesini cinsiyetçi bir yaklaşımla değil de özü anımsatmak maksadıyla kullanıldığına inanmalıyız. Zirâ şiir, bilek gücü ile ilerlemiyor. Maddi bir kuvvet, bir destek gerektirmiyor. Aksi söylenemeyecek bir biçimde kelimelerimizin, ruhumuzla -yani bize bahşedilen kutsi özle- dizildiği aşikâr.

Modern Arap Edebiyatı’nda ve Mısır basınında kadın konuları üzerine yazan ilk kadın yazar olarak karşımıza çıkan Zeyneb Fevvaz, El-Nil gazetesinde yayımlanan ilk yazısını kızların eğitimi ve gençlerin ilerlemesi için bir vakıf kurulmasının önemini vurgulayarak kaleme almış. Zeyneb Fevvaz, “Bilin ki ruh soyut bir özdür, ne eril ne de dişildir; fiziksel biçimlerce etkilenir ve böylelikle kadın ile erkek farklılaşır. Her biri dünyanın bir yarısıdır ve konumlarının önemi de bu eşit orandan elde eder.” derken şiirin -ve dolayısıyla şairin kadın ya da erkek olmasını es geçerek- cinsiyetsizliğini doğrulamıştır, diyebiliriz. Çağdaşlarından Ayşe Teymur ve Verde el-Yazıcı mevzubahis dönemin öncülerinden. May Ziyade, Ayşe Temur’u anlatırken modern çağda doğal sınırları dâhilinde kendi haklarını bilen ve duygusal özgürlüğünün farkında olan bir kadın olarak sadece doğuda değil dünya çapında öncü bir kadın olduğunu ifade ediyor.

Edebiyat otoritelerince "ara nesil" sanatçısı olarak kabul edilen Nigar Hanım, sayısı 214'ü bulmuş şiirlerinde günümüz şiirinin sorunu olan mızmız yani marazi temadan bir an olsun uzaklaşamamış. Şairi, Hürriyet’in 25 Ekim 1988 tarihli Pazar ekinde şöyle okumaktayız:
“Şair Nigar Hanım "ibrelerin Batıyı alabildiğine gösterdiği dönemde" Osmanlı aydınının dikkatini çeker ve her söylediği alkışlanır. Böylece ciddi bir eleştiriden de mahrum kalır.”
“Nihayetinde değişen zaman "dönem kadınının" üstünden silindir gibi geçer. Her şey korktuğu gibidir. Yalnız ve unutulmuştur.”

Tarih kapitalizmin birçok yüzüne şahit oldu. Kapitalizm karşısında her daim yenilikçileri buldu. Şimdi zaman yazınsal kapitalistlerin zamanı olacak ki estetik ve sanat, basmakalıplığıyla meşru, meşhur ve mümkün görünüyor.  Şiirdeki bu konformist yorumlamalar elbette yeni değil. Şiirin akli çaba, birikim ve eleştiri sayesinde gelişip yükseldiğini hepimiz biliriz. Bu yüzden tarih, bir şiirin günahını, yazanda olduğu kadar yayımlayanın da boynuna asıyor. Arkadaş, eş, dost ricasıyla yayımlanan şiirlerle kültürel kimliğimiz bozuluyor. “Troller Çağında Şiirin Savunması”nı böyle yapmıştı Salim Nacar. Riyakâr bir yüz, şairin “klişe” şiirini yayımlayarak sırtını sıvazlıyor, okuyoruz. Şiirin, lması gerekenin üstüne çıkılması mevzuu değil. Çünkü şiirin ve hakikatinin şartları sağlanmıyor. Böylelikle şiirin aslında “klişe” olduğu kanaatinin peyda olduğunu görüyoruz. Bir, iki, beş, on, … Derken dergiler şimdi olduğu gibi. Bir davul gibi. Yalnızca bağırıyor. Kof iç ve yüksek tiraj. Evet, marifet, iltifata tabii durur. Hem de “hazır ol”da. Fakat bir ülkede mi bu duruş? Marifet ne? Kimden iltifat buluyor?  Neden “İyi şair dergilerden çıkıyor, kötü şairi arkadaş çevresi yaratıyor.” diyoruz? Cahiliye şairleri cinleriyle meşrulaşır, onlara isim verilirdi. Şimdiyse meşru olmak için bir tutam klişe gerekiyor, bir çimdik klik. Kelimesi kelimesiyle kültürel statükonun dışına çıkmayanlar, bu sefaya düşkünlükleriyle, iyi veya kötü, tarih olacak.

İyi veya kötü. Bizler tarih olurken şiir, özüyle değişmedi, değişmiyor. Fakat her kuşakta yeniden şekilleniyor diyebiliriz. Yüzyıllardır sayısız sanatçıyı etkileyen Aristo, Poetika’sı ile nazarımda duran bu durumu benim yerime ispatlıyor. 2010 kuşağı şiiri, imge bakımından viranda, hicranda, mecnunda. Çoğu şiir leylâdan geçme faslına varamıyor. Sıradan kalıp soylu bir anlatıma geçemiyor. Misal aşk edebiyatını, hayat buldurmak için değil, pazarda görünebilmek adına yapıyor. İzleği kopya olan şiirler çoğalıyor. Pazar şiiri diyoruz buna.  Aynı Aristo, “taklit eden sanatın, bugüne dek kendine özgü bir adı olmadı.” diyor.

“Şiirleriniz, hikâyeleriniz, eserleriniz ıstırapları, sefâletleri tesliye etmeli, içtimaiyatımızın her safhasını apaçık göstermeli, hürafat ile pençeleşmeli, bu haşin hayatta muzaffer olmanın yollarını anlatmalı bir şey’in eyi veya fena olduğunu ispat etmeli hülasa bir gaye, bir maksad gözetmeli. O suretle ki eseri okuyanlar dimağında yepyeni bir inkılap yeni bir intibah, yeni bir heyecan duysun.” diyen Çantay’ın, duyduğu heyecan sönükleştiren dahası komikleştiren bir sanat anlayışı bugün bir göz kamaşmasına, bir akıl tutulmasına neden olmaktadır.”
Cemal Şakar, Edebiyatın Sırça Kulesi isimli incelemesinin “İnce Sazlar Eşliğinde” başlıklı yazısında böyle yazmış. H. Basri Çantay, “tesliye etmek” demiş.  Avutup, iyileştirip bir acıyı, yeniliğe koşturmak. Yenilgiyi bilmiyor olmak bu aynı zamanda. Peki hürafat ile pençeleşmemiz gerekirken artık haddini aşan klişeyi kabul görür oluşumuza ne demeli? Aynı zamanda Mehmet Âkif’in yakın arkadaşı olan H. Basri Çantay, yılanın tepesinden güle giden o yolu, Karakoç’suz zamanlardan biz şiir işçilerine göstermiş.

O bayağı, küflenmiş kalıplar, yazın tarihinde daha kaç yıl kendinden söz ettirir? İşçiliği güzeller mi? Kalbe dokundurmadan, hakikati düşündürmeden kaleme aldığımız her şiir, dili biraz daha çürütmez mi? Yeni dilin inşası kimlerle olacak? Bilemiyoruz. Tüm bu soruların cevabını İkinci Yeni’yi geçtikten sonra bulacağız belki. Belki de cevaplayacaklar.

Kuşkusuz kalemindeki kurşunu, sıradan kelimelerle “görünür kılmak” yerine temel anlamda “başka” ve aslında kendimiz olmak gerekiyor. Çünkü her insan veya her kadın içindeki zıtlıkları ayırarak yeri geldiğinde bir Zeyneb olabilir. Ki Cihan Aktaş, Hz. Zeyneb’i böyle kaleme almıştı. Zeyneb, zamana bırakmayıp tözü, elleriyle şekillendirecek, sahici bir şiir anlayışının ve dahi duruşunun ne demek olduğunu anlayacak. Kimliğimizi zorluklara rağmen oluşturuyor olsak da “Dünyayı anneler, şairler ve öğretmenler yönetseydi, kimseler sızlanmazdı.” diyen Chaplin’in kemikleri sızlamayacak.
Unutmadan… Annemiz Gülten Akın’ı hatırlatarak:
“Şiir dizelere sıkıştırılmış bir nükleer enerji. Şiir parçalanacak, patlayacak olan şey.
İşte düzeni, egemenleri korkutan şey."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.